Secde Âyetleri

(Kaynak: kuran.diyanet.gov.tr/)

Secde Âyetleri

A'râf : 206

اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ
 Meal
"Şüphesiz Rabbin katındaki (melek)ler O'na ibadet etmekten büyüklenmezler. O'nu tespih ederler ve yalnız O'na secde ederler."  (A'râf; 206)
 Tefsir
Mekke müşrikleri Hz. Muhammed’in dinine uyarak Allah’a kulluk etmeyi ve özellikle Allah’ı tesbih edip O’nun huzurunda secdeye kapanmayı nefislerine  yediremezler, kibirleri akıllarına galip gelirdi. Müfessirler çoğunlukla “rabbinin katında bulunanlar” ifadesinde meleklerin kastedildiğini düşünürler (Taberî, IX, 168). Şu halde Allah’a yakınlıkları, “rabbinin katında bulunanlar”  diye ifade edilecek kadar ileri derecede olan melekler bile kulluk etmekten geri durmayıp tesbih ve secde ederek kulluk faaliyetlerinde bulunduklarına göre her an günah işleme durumunda bulunan insanların  ibadete daha çok ihtiyaçları bulunduğu açıktır. Öte yandan bu âyet bize ibadetin, behîmî sınırları aşarak meleklerle ortak davranış düzeyine ulaşmış insanlara mahsus bir makamı ifade ettiğini göstermektedir. Nitekim  burada meleklerin üç özelliği sıralanmaktadır:  İbadet, tesbih, secde. İbadet, kulun Allah’ı rab tanıyıp O’nun huzurunda belli davranışlarla saygısını ifade etmesi; tesbih, O’nu her türlü eksiklikten tenzih edip yüceltmesi; secde ise herkese karşı dik tuttuğu başını sadece Allah’ın huzurunda eğmesi, yere koymasıdır.  Böylece A‘râf sûresi, dolaylı bir ifade ile bize, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dilimizle ve kalbimizle O’nu tesbih etmemizi, O’nun karşısında tam bir tevâzu ile secdeye kapanmamızı; Allah’ın  rızâsını nefsimizin isteklerinden üstün bilip O’nun isteklerini nefsanî arzularımızdan daha önemli  görmek suretiyle meleklere yaraşır bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmamızı, diğer bir ifade ile yönümüzü insanlık düzeyinin aşağısına çevirerek sadece nefsimizin hayvanlarla ortak tarafını oluşturan arzu ve ihtiraslarını tatmin peşinde koşmak yerine, zihnimizi ve kalbimizi yukarılara çevirip Allah’a iman ve kulluk ederek meleklerle ortak çizgiyi paylaşmamızı telkin  eden âyetle son bulmaktadır.

Ra'd : 15

وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعاً وَكَرْهاً وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ
Meal
"Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah'a boyun eğer."  (Ra'd; 15)
Tefsir
“Allah’a kulluk etmek ve O’na boyun eğmek” anlamına gelen secde ihtiyarî (serbest) ve zorunlu olmak üzere iki kısımdır. Birincisi insanlara mahsus olup insanlar serbest iradeleriyle Allah’a secde yani itaat ederek bununla  sevap kazanırlar. Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde bu anlamda kullanılmıştır (meselâ bk. Necm 53/62). İkincisi  ise zorunlu secdedir. Bu anlamda insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların tamamı Allah’a secde etmektedir (bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “scd” md.). Nitekim tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmede göklerde ve yerde bulunan ne varsa hepsinin istese de istemese de Allah’a secde ettiği bildirilmiştir. Âyetteki “İstese de istemese de” ifadesi, Allah’ın hükmünün her şey için geçerli olduğunu, hiçbir şeyin O’nun iradesi, buyruğu ve kanunlarının dışına çıkamayacağını belirtir. İnkârcılar, iradeye bağlı davranışlarda O’na baş eğmeye istekli olmasalar bile evrende hüküm süren kural ve kanunlarına boyun eğmek zorundadırlar.  Gölgelerin sabah akşam Allah’a secde etmesi de güneşin hareketine bağlı olarak sabahları batıya doğru uzaması, öğle vaktinde sıfırlanması veya  en kısa  haline gelmesi  öğle-akşam  arasında  doğuya  doğru uzamasıdır. Âyet-i kerîmede gölgelerin bu durumu,  secdeye kapanan insanın durumuna benzetilmiştir. İşte yeryüzünde gölgelerin bu şekilde uzayıp kısalması eşyanın, Allah’ın koyduğu nizama ve tabiat yasalarına boyun eğmesinin bir ifadesidir. Şu  halde tabiatta  gölgesi bulunan her şeyin hem kendisi hem de gölgesi Allah’a boyun eğmekte ve secde etmektedir.  Aynı mânada bir başka âyet-i kerîmede Allah’ın yarattığı varlıkların gölgelerinin küçülerek ve Allah’a  secde ederek sağa sola döndüğü ifade edilmiştir (Nahl 16/48).

Nahl : 50

يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ۟
 Meal
"Üzerlerinde hakim ve üstün olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar."  (Nahl; 50)
 Tefsir
Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler de Allah’a secde eder, boyun eğerler. Ayrıca melekler  asla kibre kapılıp âsi olmaz, serkeşlik etmez, Allah’ın  yasalarından sapmazlar; O’na derin bir saygıyla kulluk eder, emredileni  yaparlar. Canlı varlıklar içinde akıllı ve bilinçli olanların secdesi ibadet şeklinde, diğerlerininki ise itaat ve inkıyad şeklindedir. Esasen insanların  fizyolojik ve psikolojik yapıları bile Allah’ın iradesiyle işlediğine göre, inkârcı olan da bu yönüyle diğer canlı ve cansız varlıklar  gibi “inkıyad” mânasında her an Allah’a secde eder.Nitekim  burada inkârcı ve isyankâr insanlar istisna edilmeksizin yerdeki canlıların tamamının Allah’a secde ettiği ifade buyurulmuştur.  “Göklerdekiler” sözü melekleri  de kapsamakla birlikte onların Allah’a itaat ve ibadetleri  diğer varlıklara göre en ileri derecede olduğu için bir takdir ifadesi olmak üzere özellikle anılmış olmalıdırlar. İnsanlar içinde inkârcı ve günahkârlar bulunursa da, melekler Allah’a ibadet konusunda asla kibir taslamazlar, küstahça tavır takınmaz; yüceler yücesi bildikleri rablerinden korkar, O’nun buyruklarına eksiksiz uyarlar. Bu âyet, meleklerin ismet (günahsızlık) özelliğine sahip olduklarını gösterir (Râzî, XX, 44-45). Bağlamından dolayı “yüceler yücesi...” diye tercüme ettiğimiz metindeki min fevkıhim ifadesinin tam karşılığı, “onların üzerinden” şeklinde olduğu için, 50. âyete, bizim tercih  ettiğimiz mânadan başka, “üstlerinden, yukarıdan gelecek olan azaptan dolayı rablerinden korkarlar...” mânası da verilmiştir (bk. Zemahşerî, II, 331; Kurtubî,  X, 119).

İsrâ : 109

وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَز۪يدُهُمْ خُشُوعاً
 Meal
"Onlar ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. Bu da onların derin saygısını artırır."  (İsrâ; 109)
 Tefsir
Zemahşerî’ye göre 107. âyetin  başında putperestlikte inat eden Araplar’a hitap edilmekte; onlara, Peygamber’in görevinin ilâhî kelâmı tebliğ etmekten ibaret olduğu, artık inanıp inanmamanın kendilerine bırakıldığı; iman ederlerse bundan kendilerinin yarar göreceği bildirilmektedir. “Bundan önce kendilerine  ilim verilen kimseler”den maksat ise Kur’an’dan önceki kitaplar hakkında az-çok bilgisi olan, vahiy ve din konularında mâlûmat sahibi Araplar’dır (II, 378). Bunların, Ehl-i kitap’tan iken ihtidâ etmiş bazı müminler olduğu söylenmişse de (Kurtubî,  X, 347) bu sûrenin indiği Mekke’de kayda değer bir Ehl-i kitap topluluğu bulunmadığına göre bu görüş isabetli görünmemektedir. Taberî ise bunların Kur’an inmeden önce karşılaşılan az sayıdaki  Ehl-i kitap müminleri olduğu kanaatinde olup, onların Kur’an’ı duyduklarında onun Allah’tan geldiğini anlayarak saygıyla yere kapanmışlardır (XV, 180, 181). İslâmî kaynaklarda bu müminlere  “Hanîfler” denmektedir.

Meryem : 58

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓائ۪لَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّداً وَبُكِياًّ
 Meal
"İşte bunlar, Adem'in ve Nûh ile beraber (gemiye) bindirdiklerimizin soyundan, İbrahim'in, Yakub'un ve doğru yola iletip seçtiklerimizin soyundan kendilerine nimet verdiğimiz nebîlerdir. Kendilerine Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı."  (Meryem; 58)
 Tefsir
Meryem sûresinin başından buraya kadar adları geçen ve kıssaları anlatılan on bir seçkin şahıstan Hz. Meryem hariç hepsi peygamberlik şerefine ermiş kimselerdir. Hz. Meryem  peygamber olmamakla birlikte insanlık tarihinde Allah’ın lutfuna mazhar olmuş en seçkin kadınlardan biri ve Hz. Îsâ gibi büyük bir peygamberin annesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de birçok vesile ile övülmüştür. Bunların hepsi genelde Âdem’in soyundandır. Özelde ise İdrîs, Hz. Âdem’in soyundan; İbrâhim, Hz. Nûh ile birlikte gemiye binen oğlu Sâm’ın soyundan; İsmâil, İshak ve Ya‘kub, Hz. İbrâhim’in soyundan; Mûsâ, Hârûn, Zekeriyyâ  ve Yahyâ da İsrâil’in (Hz. Ya‘kub) soyundandır. Îsâ aleyhisselâm babasız olmakla birlikte annesi yine İsrâil’in soyundandır. Bunların hepsi Allah’ın hidayetine mazhar olmuş, seçkin ve samimi kullardır. Allah’ın âyetleri okunduğunda derhal secdeye kapanacak kadar itaatkâr  ve göz yaşı dökecek kadar duyarlı insanlardır.

Hac : 18

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَٓابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِۜ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُۜ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ
 Meal
"Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz, Allah dilediğini yapar."  (Hac; 18)
 Tefsir
Kur’an’ın birçok âyetinde olduğu gibi burada da, evrendeki zorunlu itaat yasaları uyarınca Allah’a boyun eğen varlıklara dikkat çekilmekte,  insanların  ise sınav ortamının  icabı olarak hür iradeleriyle baş başa bırakılmaları neticesinde topyekün bir teslimiyet ve itaat içinde olmadıkları,  dolayısıyla birçok insan Allah’a itaat edip kurtuluşa ererken nicelerinin de azabı hak etmiş olacağı uyarısı yapılmaktadır. Âyetlerde yer alan tasvirlerde  açıkça görüldüğü üzere, dünyadakinden başka bir hayat tanımayıp inkârcılıkta  direnen ve rableri  hakkında çekişme içine girenlerin  öteki dünyadaki âkıbetleri pek acı olacaktır. İman edip Allah’ın hoşnutluğuna uygun davranışlarda bulunanların mükâfatı ise dünyada en cazip görünen nimetlere  eriştirilmekten ibaret değildir. Çünkü onlar her türlü övgüye lâyık olan Allah katında en itibarlı mevkiye, Allah’ın yoluna iletilmiş ve sözlerin en güzeline yöneltilmişlerdir ki bu da mutlulukların en büyüğüdür.

Furkân : 60

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمٰنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمٰنُۗ اَنَسْجُدُ لِمَا تَأْمُرُنَا وَزَادَهُمْ نُفُوراً۟
 Meal
"Onlara, "Rahmân'a secdeye kapanın denildiğinde "Rahmân da nedir? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?" derler ve bu onların nefretini artırır."  (Furkân; 60)
 Tefsir
Her ne kadar Zemahşerî, Mekke Arapları’nın rahmân ismi konusunda bilgilerinin olmayabileceğini söylüyorsa da (III, 102), aslında Mekkeliler’in rahmân ismini Allah anlamında kullandıkları bilinmektedir. Nitekim birçok Câhiliye şairinin şiirlerinde bu isme rastlanır (bk. Taberî, I, 131-132). Ya‘kbî’nin de kaydettiği bir telbiyede yer alan, “Emrine boyun eğdik Allahım, boyun eğdik; sen rahmânsın!”  anlamındaki ifade de bunu göstermektedir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap [İslâm’dan Önce Araplar’da Din]”, DİA, III, 316-317). Bu bilgiler dikkate alındığında kendilerine, “Rahmâna secde edin” denildiğinde müşriklerin, “Rahmân da neymiş!” demelerinin gerçek sebebi, Allah’ın rahmân ismini bilmemeleri değil, İslâm karşısındaki bilinen inatçı ve isyankâr tavırları olmalıdır.  Nitekim  âyetin devamında onların nefret duygularına işaret edilmesi de bunu göstermektedir.

Neml : 26

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ
 Meal
"Allah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır. Büyük Arş'ın Rabbidir."  (Neml; 26)
 Tefsir
Cin “ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve kötüleri  bulunan varlık” anlamına gelir (cinler hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/100;  Cin 72/1-19).  17. âyetten Hz. Süleyman’ın cinlerle de irtibat kurduğu; ordusunun cinler, insanlar  ve kuşlar olmak üzere üç sınıftan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Cinleri gizli işlerde, insanları ülke savunmasında ve düşmana karşı savaşta, kuşları da haberleşme, su bulma vb. hizmetlerde istihdam ediyordu (İbn Âşûr, XIX, 240).  Tefsirlerde  Karınca vadisinin Şam  bölgesinde   veya Tâif’te yahut Yemen’de karıncası çok olan bir yerin adı olduğu bildirilmektedir (Elmalılı, V, 3667). Bununla birlikte, böyle muayyen bir mekân olmayıp çok sayıda karıncanın bulunduğu herhangi bir yer de olabilir. Âyet, toplu halde  yaşadığı bilinen karıncaların  aynı zamanda bir topluluk düzeni içinde hareket ettiklerini de ifade eder. Süleyman üç sınıftan oluşan ordusunu düzenli bir şekilde yönetirken Karınca vadisi denilen yere gelmiş ve burayı geçerken de karıncaların  başkanının onlara verdiği emri işitmiş, anlamış ve neşelenerek gülümsemiş, bütün bu nimetlerden dolayı rabbine şükür ve niyazını arzetmiştir.  Hüdhüd, çavuş kuşu denilen ve kendisine özgü nağmelerle öten bir kuş türünün adıdır. Bu âyette zikredilen  hüdhüdün ise Süleyman’ın emrine verilmiş özel bir yaratık olduğu anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman-Cemal Kurnaz, “Hüdhüd”, DİA, XVIII, 461).  Sebe’ (Saba), aslında bir hânedan veya kabile  ismi olup sonradan Yemen’deki Sebe’ Devleti’nin ve başşehri Me’rib’in adı olmuştur (bilgi için bk. Sebe’ 34/15). Tefsirler Hz. Süleyman’ın  hüdhüdü  bilhassa çöllerde  su bulmada istihdam  ettiğini belirtiyorlar. Bir gün konakladığı susuz bir çölde kuşları teftiş etmiş, su bulmak için görevlendireceği hüdhüdün ortadan kaybolduğunu anlayınca kızmış ve mazeretini  gösteren bir delil getirmediği takdirde onu âyette belirtilen ceza şekillerinden biriyle cezalandıracağını ifade etmiştir (Elmalılı, V, 3670). Hüdhüd çok geçmeden gelip Sebe’ ülkesinden  Hz. Süleyman’a bilgi getirdiğini, orada bir kraliçenin yönetimindeki milletin, şeytana uyarak güneşe taptığını haber vermiştir (şeytanın insanlara, yaptıklarını  güzel göstermesi ve onları doğru yoldan alıkoyması hakkında bk. En‘âm 6/43; Nahl 16/63). 22. âyette, ilim ve hikmet  sahibi olmasına rağmen Hz. Süleyman’ın bilmediği bir şeyi herhangi bir hayvanın bilebileceği hatırlatılmaktadır (Râzî, XXIV, 190). Ayrıca bu âyet, bilgili kimselere  ârız olabilecek kendini beğenme duygusuna karşı insanı dikkatli olmaya çağıran bir uyarıdır (Zemahşerî, III, 143). Müfessirler Sebe’ ülkesinde  hükümdar   olan ve  Kur’an’da   adı anılmaksızın bahsi geçen kadının Belkıs bint Şürahbil olduğunu kaydetmektedirler (Şevkânî, IV, 128). Ancak kaynaklarda Yelkame bint el-Yeşrah b. Hâris  veya Belkıs bint el-Hedahid b. Şürahbil, bir Habeş efsanesine göre Mâkedâ adlarıyla anıldığı da bildirilmiştir. Belkıs’ın kimliği hakkında kesin bilgi verilmemekle birlikte tarihçiler onun milâttan önce X. yüzyılda yaşamış, Hz. Süleyman’la çağdaş bir Arap kraliçesi olduğunu söylemişlerdir (bilgi için bk. Orhan Seyfi Yücetürk, “Belkıs”, DİA, V, 420; Kitâb-ı Mukaddes, I. Krallar,  10/1-10, 13; II. Tarihler, 9/1-9, 12). Süleyman aleyhisselâm, hüdhüdün sözünün doğru olup olmadığını anlamak için yazdığı bir mektubu kraliçeye götürüp sonuçtan kendisini haberdar etmesini hüdhüde emretti.  Mektubun besmele ile başlaması ve Sebe’ halkının Süleyman’a teslim olmalarını istemesi, davetin hem siyasî hem de dinî olduğunu göstermektedir.

Secde : 15

اِنَّمَا يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّداً وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ
 Meal
"Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih edenler inanırlar."  (Secde; 15)
 Tefsir
İnkârcıların hakikatleri  açık seçik gördükten sonra “Artık kesin olarak inandık” diyeceklerini,   ama bunun Allah katında bir değer taşımayacağını bildiren âyetleri takiben, kimlerin gerçek mânada iman etmiş sayılacakları açıklanmakta, bu kapsamdakilerin övgüye lâyık hallerinden ve kendileri için hazırlanan nimetlerin eşsizliğinden söz edilmektedir. Buna göre gerçek müminler Allah’ın âyetlerine sırf O’nun katından gelmiş olduğu için teslimiyet gösterenlerdir. Müminlerin övgüyle anılan özelliklerinin başında kibirden uzak olmaları,  Allah’ın  âyetlerine derin bir saygı duymaları  ve rablerini  hamd ile tesbih etmeleri gelmektedir. Bu da kişinin ancak, kendisi için en büyük değerin yüce yaratıcıya kul olma idrakinde yattığını anlaması halinde evrendeki yerini  iyi belirleyebileceğini ve insana yaraşır bir hayat sürmeyi başarabileceğini göstermektedir. İbn Âşûr, burada müminlerin Allah’ın âyetleri hatırlatıldığında hemen secdeye kapanmalarından  ve rablerini hamd ile tesbih etmelerinden söz edilmesinin, imanın en üst düzeyinde bulunanları  ve Resûlullah’ın ashabının o gün bilinen bir durumunu anlatmak üzere yapılmış bir tasvir olduğunu, dolayısıyla bu nitelikleri taşımayanların gerçek mânada iman etmiş sayılmayacakları gibi bir anlam çıkarılamayacağını belirtir (XXI, 227-228).  Secdeye kapanmanın tam teslimiyetin  ve kulun mâbuduna olan derin saygısının sembolü olduğu ve âyette büyüklük  taslamamaya özel vurgu yapıldığı dikkate alındığında, kanaatimizce, o dönem için dahi lafzî bir yoruma gitmeksizin,  burada Allah’a gayb yoluyla iman etme, kulluk tevazuu ve bilinci içinde O’na gönülden teslimiyet ve saygı göstermenin övüldüğü anlamı öne çıkarılabilir.  Âyetin, “Vücutları yatak görmez” diye çevrilen kısmını lafzan “Yanları yataklardan ayrı kalır, uzak durur” şeklinde tercüme etmek mümkündür. Tefsirlerde, burada övgüyle sözü edilen müminlerin Allah’ı anmak, O’na yalvarmak, ibadet etmek ve özellikle  nâfile namaz kılmak için gece uykularını terketmelerinin  kastedildiği yorumuna ağırlık verildiği ve değişik gece namazı türlerinin zikredildiği görülmektedir (bk. Taberî, XXI, 99-102;  Râzî, XXV, 180; Şevkânî, IV, 291). Burada daima Allah’ı anan ve O’nu asla dilinden, gönlünden uzak tutmayan müminlerin kastedildiği yorumunu yapanlar da olmuştur (Taberî, XXI, 101). Âyette geçen korku  ve ümit,  bir taraftan Allah’ın azabına uğramaktan endişe duyarken diğer taraftan da O’nun rahmetinden ümit kesmemek şeklinde açıklanır. Müminin hayata ve geleceğe bakışı konusunda dengeli olmayı öğütleyen bu içerikteki âyet ve hadislerden  hareketle İslâm âlimleri havf ve recâ terimlerini geliştirmişlerdir. Özellikle tasavvufta bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur (bu konuda bk. Hicr 15/49-50).  15-16. âyetlerde müminlerin övgüyle anılan özelliklerinin başında kişinin rabbine mutlak saygı ve teslimiyet içinde bulunması gelmektedir. Böyle bir imanın davranışlara yansıması da iki yönlü olmaktadır. Bu tezahürün psikolojik yönü, insanın kendisini sürekli kontrol altında tutabilmesi, ne kadar geniş imkânlar içinde veya ne büyük mahrumiyetlerle karşı karşıya olursa olsun kendisini olayların akışına bırakıvermemesi, özellikle  ibadet ve duadan güç alarak bir irade sınavı içinde olduğunun bilincini koruması; sosyal yönü de, kişinin içinde yaşadığı sosyal  ortamı ve başkalarına karşı ödevlerini  görmezden gelmemesi şeklinde ifade edilebilir ki, âyette “Kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah için harcarlar” buyurularak bu hususa dikkat  çekilmiştir (infak hakkında bk. Bakara 2/245, 254, 261).  Dünya hayatını insana yaraşır biçimde değerlendirebilenlerin âhiretteki en büyük ödülleri Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğunu öğrenmeleri olacaktır. Dünyadaki güzel davranışları karşılığında orada verilecek nimetlerin bu hayattaki tasavvurlara sığmayacağı birçok âyet ve hadisten anlaşılmaktadır. Resûl-i Ekrem Cenâb-ı Allah’ın, “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hayal edemeyeceği şeyler hazırladım” buyurduğunu ifade ettikten sonra Secde sûresinin 17. âyetini okumuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 32/1). 19. âyette geçen cennetü’l-me’vâ tamlamasını bazı âlimler  müstakil  bir isim olarak düşünmüşlerdir; bu anlayışa göre tamlamayı “Me’vâ cenneti” şeklinde ve bir özel isim tarzında çevirmek gerekir. Fakat hâkim kanaate göre burada geçen “sığınılacak, barınılacak yer” anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir (Bekir Topaloğlu, “Cennet”,  DİA, VII, 376); bu sebeple, belirtilen tamlama, meâlinde “huzur içinde kalacakları cennetler” şeklinde çevrilmiştir.  İnsanların dinden bağımsız değer ölçüleri dinî-ilâhî olanlarla örtüşmeyebilir.  18. âyette mümin ile inanmayanların  veya günaha batmış bulunanların aynı değerde olmadıkları ortaya konmakta; takip eden âyetlerde de bu değer farkının âhiretteki yansıması açıklanmaktadır.

Sâd : 24

قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يراً مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَا‌كِعاً وَاَنَابَ
 Meal
"Davud dedi ki: "Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemek suretiyle sana zulmetmiştir. Esasen ortakların pek çoğu birbirine haksızlık eder. Ancak iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar da pek azdır." Dâvûd bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derken Rabbinden bağışlama diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi."  (Sâd; 24)
 Tefsir
Yukarıda bu davanın taraflarından  birinin iddiası özetlenirken diğerinin savunmasına yer verilmemiştir. Muhtemelen Kur’an, olayın ders almaya değer yönünü anlatmakla yetinmiştir. Bununla birlikte Dâvûd’un, “Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle...” şeklindeki  ifadesinden,  muhtemelen davalının ikrarıyla davacının iddiasının sübût bulmuş olduğu ve buna dayalı olarak da Dâvûd’un hükmünü verdiği anlaşılmaktadır.  Aralarında mal ilişkisi bulunanların bu tür ihtilâflara düşmelerine sık rastlandığını, ancak inanmış, erdemli  ve iyi işler yapmaya kendilerini adamış olanların böylesi anlaşmazlıklara düşmekten kendilerini koruyabileceklerini  belirten ifade, âyetin bize verdiği diğer bir önemli derstir. “Ama  onlar  da o kadar  az ki!” şeklindeki ifade, nefsin bencil isteklerinden korunarak,  kendi aleyhine bile olsa adalette kararlı olmanın hem çok önemli hem de çok güç olduğuna işaret eden veciz bir uyarıdır. Tefsirlerde Dâvûd’un  neden kendisinin sınandığı  düşüncesine kapıldığı ve rabbinden  kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandığı, O’na yönelip tövbe ettiği konusunu aydınlatmak üzere aslında İslâm’ın peygamberlik öğretisiyle uyuşmayan İsrâiliyat türü bazı rivayetler aktarılmaktadır.  Aslı Kitâb-ı  Mukaddes’e dayanan (II. Samuel, 11/1-27; 12/1-10) bu rivayetlerin özeti şöyledir: Dâvûd, tesadüfen açık vaziyette gördüğü bir kadının güzelliğinden çok etkilenmiş; onun Uhriya (Uriya) isimli bir askerin eşi olduğunu öğrenince kadınla evlenebilmek için kocasını öldürtmeyi  planlamış; Dâvûd’un emriyle savaşa katılıp ön safta çarpışan adam ölünce Dâvûd da karısıyla evlenmiş. İşte Dâvûd, muhtemelen mâbedde o iki adamın ansızın karşısına çıkmasının bu hatasıyla bir ilgisi bulunduğunu, böylece Allah tarafından sınandığını düşünerek yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getirip tövbe etmiştir.  Yine aslı Kitâb-ı Mukaddes’te  geçen (II. Samuel, 12/7 vd.) bir rivayete göre bu olayda söz konusu edilen iki melekten, şikâyet eden taraf kadının kocasını, şikâyet edilen de Dâvûd’u temsil etmektedir. Şikâyetçi olan, doksan dokuz koyunu olan kardeşinin, kendisinin  tek koyununa da göz diktiğini söylerken aslında Dâvûd’un yaptıklarını ima ediyor; onun çok sayıda eşi olmasına rağmen askerin tek eşini de kendisine almasının, üstelik bu emelini gerçekleştirebilmek için adamı bile bile ölüme göndermesinin haksızlığını bizzat kendisine  onaylatmak istiyordu. Bu suretle Dâvûd Allah tarafından sınandığını farketti  ve suçunu anlayarak pişman olup tövbe etti. Dâvûd’un hatasını bağışlatmak için kırk gün kırk gece durmadan  ibadet,  tövbe ve istiğfar ettiği de anlatılır (bu rivayetler için bk. Taberî, XXIII, 146-151).  Yahudi kültüründe  Dâvûd kral olarak bilindiği için Kitâb-ı Mukaddes yazarının onun hakkında belirtildiği türden çirkin olaylar yakıştırması veya nakletmesi, üstelik onun daha kocası sağ iken kadınla yattığını ve kadının hamile kaldığını dahi ileri sürmesi (bk. II. Samuel, 11/4-5) yahudi geleneği açısından normal görülebilir. Ancak Kur’an’da Dâvûd aleyhisselâm, peygamberler arasında zikredilmiş; İslâmî öğretide peygamberler birer iman ve erdem âbideleri  olarak gösterilmiş ve bu türden büyük günahlar işlemeleri mümkün görülmemiştir. Bu sebeple yukarıda özeti verilen rivayetlerin gerçeği yansıttığı kesinlikle kabul edilemez.  Sonuç olarak, bu açıklamalar doğrultusunda Hz. Dâvûd, güzelliğinden etkilendiği bu kadınla evlenmeyi gerçekten düşünmüş ve kendisinin bir planı olmadan kocası savaşta ölmüş, bunun üzerine onunla meşrû usulle evlenmiş, bu olay halkın ağzında yukarıdaki hayalî kurguya dönüşmüş olabilir. Kuşkusuz burada sıradan insan için ciddi bir günah söz konusu olmamakla birlikte bir peygamberin, nefsinin  bayağı arzusuna kapılarak güzelliğine vâkıf olduğu evli bir kadından etkilenmesi onun kişiliğiyle bağdaşmadığı için olay onun hakkında bir sınama (fitne) kabul edilmiş; Hz. Dâvûd da olayın kendisi için bir sınav olduğunu anlayarak, pişman olup tövbe etmiştir. Kur’an’da Allah’tan başkasının yanılgılardan uzak kalamayacağı, peygamberlerin de birer insan olarak hatasız olmadıkları, yüksek özelliklerine  rağmen nâdiren de olsa –sonradan telâfi ettikleri– bazı hatalar işledikleri örnekleriyle zikredilmektedir.

Fussilet : 38

فَاِنِ اسْتَكْبَرُوا فَالَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لَا يَسْـَٔمُونَ
 Meal
"Eğer onlar büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki Rabbinin yanında bulunanlar (melekler), gece gündüz hiç usanmadan onu tespih ederler."  (Fussilet; 38)
 Tefsir
Mekke’nin aristokrat kesiminin İslâm’ı reddetmelerinin  temel sebeplerinden biri de Hz. Peygamber’e tâbi olmayı ve onun etrafında toplanan sıradan insanlar arasına katılmayı, onlarla birlikte Allah’a secde etmeyi kendilerine  yedirememeleri şeklindeki ilkel bir benlik duygusuydu; bunu bizzat kendileri de ifade ederlerdi. İşte âyette bu zihniyete değinilmekte ve Allah’ın,  onların secdelerine, ibadetlerine  ihtiyacı olmadığı, esasen O’nun bıkıp usanmadan kendisine  ibadet eden başka kullarının bulunduğu bildirilmektedir. Tefsirlerde bu kulların melekler olduğu belirtilir.  “Rabbinin katında bulunanlar” ifadesi meleklerin mekân yönünden değil, itibar, değer ve O’na yakın olma çabası içinde bulunma yönünden Allah’a yakınlıklarını gösterir. Râzî, bu ifadeye göre meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu belirtir (XXVII, 129). Melek olsun insan olsun, Allah katında yücelik ve değer kazanmış varlıklar bile O’na secde ederlerken daha aşağı derecede bulunanların secde etmeyi benliklerine  yedirememeleri büyük bir kusurdur, idraksizliktir.

Necm : 62

فَاسْجُدُوا لِلّٰهِ وَاعْبُدُوا
 Meal
"Haydi Allah'a secde edin ve ona kulluk edin."  (Necm; 62)
 Tefsir
Bunca nimet,  hatırlatma  ve uyarıya rağmen Allah’ın birliğini ve âhiret hayatının varlığını tartışma konusu yapma küstahlığını gösteren, Kur’an’ın verdiği bilgi ve çağrılar karşısında akıl ve iz‘anı harekete geçirmek yerine gaflet içinde  oyalanmaktan haz alanlar eleştirilmektedir. Buna rağmen 62. âyette kısa ve etkileyici bir ifadeyle herkes Allah’a kulluk  etmeye ve O’na olan saygısını belli etmeye çağırılmakta, böylece sûre asıl mesajın tekrar edilmesiyle  bitirilmektedir.  56. âyeti “Bu, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır” şeklinde de çevirmek mümkündür.  Burada Hz. Muhammed’in, Kur’ân-ı Kerîm’in, önceki toplumlar hakkında verilen haberlerin veya müteakip  âyette yer alan kıyamet uyarısının kastedildiği yönünde yorumlar yapılmıştır. 57. âyette kıyametin her an biraz daha yaklaştığı uyarısı yapıldıktan sonra 58. âyette onu Allah’tan başka açığa çıkaracak veya onun zamanını ve nasıl olacağını bilecek yahut onu engelleyebilecek kimse bulunmadığı bildirilmektedir (Şevkânî, V, 136; Elmalılı,  VII, 4615). Âlimlerin çoğunluğuna göre son âyette secde etmek gerekir.

İnşikâk : 21

وَاِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرْاٰنُ لَا يَسْجُدُونَۜ
 Meal
"Onlara Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar."  (İnşikâk; 21)
 Tefsir
İlk âyetin başındaki “lâ” edatı hakkında Kıyâmet sûresinde bilgi verilmişti (bk. 75/1). 16. âyette geçen “şafak” kelimesi, müfessirlere göre güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığı ifade eder (Zemahşerî, IV, 237; Kurtubî, XIX, 274-275). Mücâhid’e göre şafak, “gündüz” anlamına gelir. İkrime’ye göre ise “gündüzün son kısmı” demektir (bk. Taberî, XXX, 76). Gündüzün sona ermesiyle  gecenin başlaması arasında yer alan ve ufuktaki  kırmızılık veya beyazlık olarak tanımlanan şafak vakti, kısalık ve geçicilik  özelliğiyle telâş vakti olması bakımından insanın kısa ve telâşla geçen ömrüne  benzemekte,  yeminle  buna dikkat  çekilmektedir.  Şafak vaktinin belirlenmesi, akşam namazı vaktinin  çıkması ve yatsı namazı vaktinin  girmesi bakımından da önem taşımaktadır. “Şafak, ufuktaki kırmızılıktır” diyen fukahanın çoğunluğuna göre beyazlık gelince akşam namazının vakti çıkar. Ebû Hanîfe ve Evzâî gibi “Şafak beyazlıktır” diyenlere göre ise akşamın vakti ufkun kararmasına kadar devam eder (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1910-1911; Cessâs, III, 472).  17. âyetteki  “gecenin  topladığı” ifadesi, karanlık gökteki görüntü, gecenin imkân verdiği iyi ve kötü davranışlar, olaylar dahil her şeyi içine almaktadır.  18. âyette “dolunay şeklini aldı” diye çevrilen  itteseka fiili de veseka ile aynı kökten olup ayın, ilerleyerek dolunay haline geldiği şeklini ifade etmektedir (bk. Elmalılı, VIII, 5679). Şafak, gece ve dolunay,  bunların üçü de aydınlıkla  karanlığın bir arada bulunduğu zamanları ve farklı halleri ifade eder. Âyette bunlara yemin edilerek insanların gerek dünya hayatında gerekse kıyamet gününde değişim geçirecekleri, halden hale geçecekleri vurgulu bir şekilde ifade edilirken  bunlar arasındaki münasebete de dikkat  çekilmiştir (İbn Âşûr, XXX, 226). Bu değişim hakkında müfessirler  farklı görüşler ileri sürmüşlerdir: a) Bunlar ölüm, sonra dirilme, hesap ve ceza halleridir; b) İnsanın, yaratılışının başlamasından itibaren ölünceye kadar geçirdiği hallerdir. Nitekim başka âyetlerde insanın, yaratılışının başlamasından itibaren sürekli olarak değişim geçirdiği ifade edilmiştir (meselâ bk. Hac 22/5; Mü’minûn  23/12-16); c) İnsanlığın tarih boyunca geçirdiği medenî, kültürel,  siyasî... farklılaşmalar, değişik aşamalardır; d) İnsanların derece derece Allah’a yaklaşmalarıdır (Şevkânî, V, 473; ayrıca bk. Elmalılı, VIII, 5681-5682; Ateş, X, 385-386). Bütün bunlar öldükten sonra dirilmenin olabileceğinin kanıtları ve insanların  buna iman etmesini gerektiren delillerdir. Durum böyle olduğu halde inkârcılar,  hâlâ inanmadıkları ve Kur’an  okunduğunda Allah’a saygı ile secde etmedikleri için 20 ve 21. âyetlerdeki  soruyla kınanmışlardır. 21. âyet okunduğunda secde etmenin gerekli olup olmadığı konusunda Hz. Peygamber’in uygulamasıyla ilgili farklı rivayetlere dayalı olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür. “Vâciptir” veya “sünnettir” diyenler olduğu gibi “ne vâcip ne sünnettir” diyenler de vardır (bk. İbn Âşûr, XXX, 232; Elmalılı, VIII, 5684). İnsanların,  Allah’a ve peygambere iman etmelerini gerektiren bunca delil olmasına rağmen hâlâ iman etmemeleri hayret verici olduğu halde, 22. âyette, iman etmek şöyle dursun, bilakis o inkârcıların  peygamberi yalancılıkla itham ettikleri ve dini yalanladıkları bildirilmektedir. Cenâb-ı Hak 23. âyette inkârcıların kalplerinde inkâr, inat, gerçekleri yalanlama vb. ne varsa hepsini  çok iyi bildiğini ifade buyurarak onları uyarmakta, 24. âyette de kendilerine şiddetli bir azabın haberini vermesini Hz. Peygamber’e emretmektedir.

Alak : 19

كَلَّاۜ  لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ
 Meal
"Hayır! Sakın sen ona uyma; secde et ve Rabbine yaklaş."  (Alak; 19)
 Tefsir
“Kurultay” diye çevirdiğimiz nâdî kelimesi, “bir konuda istişare etmek üzere toplanmak”  anlamına gelen nedve kökünden türemiş olup kurultayda bir araya gelen heyeti ifade eder. Câhiliye döneminde Mekke’de bu tür toplantıların yapıldığı yere Dârunnedve denilirdi. “Zebâniler” diye çevirdiğimiz zebâniye kelimesi ise “itmek, savmak” anlamına gelen zeben kelimesinden türemiş çoğul bir isim olup azap meleklerini ifade eder. Rivayete göre Resûlullah İbrâhim’in makamında namaz kılarken  Ebû Cehil, “Ben sana namaz kılma demedim  mi!” diyerek onu tehdit edip engellemek istemiş, Hz. Peygamber de ona sert bir şekilde karşılık vermişti. Ebû Cehil, “Sen beni ne ile tehdit ediyorsun? Vallahi ben bu vadide adamları en çok olan kimseyim”  demiş, bunun üzerine bu âyetler inmiştir (bk. Kurtubî,  XIX, 127). Allah Teâlâ, “O hemen kurultayını çağırsın, biz de zebânileri çağıracağız” buyurarak Hz. Peygamber’e meydan okuyan Ebû Cehil’in aczini ortaya koymak istemiştir. Nitekim Ebû Cehil bu âyetleri dinlediği halde kötü niyetini gerçekleştirme yönünde herhangi bir teşebbüste bulunmaya cesaret edememiştir.  19. âyette tekrarlanan  “hayır!” anlamındaki  kellâ edatı da, o azgın insanın, Hz. Peygamber’e kötülük etmek üzere taraftarlarını  çağırmaya asla cesaret edemeyeceğini gösterir. Burada Resûlullah’a, böyle azgın, Allah ve peygamber tanımaz kimseye boyun eğmemesi, namaz kılmaya ve secde etmeye devam ederek Allah’a yakınlaşma gayretlerini sürdürmesi emredilmiştir. Şüphe yok ki Allah’a yaklaşmak, O’nun emirlerine itaat etmekle  ve bu itaatin  en anlamlı  ifadesi  olan secde ile mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, “Kulun rabbine en yakın olduğu an secdede bulunduğu andır” buyurmuştur (Müslim, “Salât”, 215).
Öğeler: 1 - 14 / 14